HACI MUSTAFA GÜNEŞ EFENDİ HAZRETLERİNİN SOHBETLERİ 10 ( MܒMİN-İ KAMİL) - (BAHRU'L-VEFA)

 

HACI MUSTAFA GÜNEŞ EFENDİ HAZRETLERİNİN SOHBETLERİ 10

10. Sohbet: MÜ’MİN-İ KAMİL

 

Hacı Mustafa Güneş Efendi Hazretlerinin Sohbeti:

(Ocak 1978. Dörtyol)

 

Kardeşimizin birisi bugünkü vaaz esnasında öyle buyurdu dedi camide cuma hutbesinde; peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem hazretleri buyuruyor ki; dedi.

يَأْتِى عَلَى النَّاسِ زَمَانٌ يَجْتَمِعُونَ ف۪ي مَسَاجِدِهِمْ وَ يُصَلُّونَ وَلَيْسَ ف۪يهِمْ مُؤْمِنٌ

“Ahir zamanda nasın üzerine öyle bir zaman gelecek ki camiler cemaatle dolu olacak, içinde mü'min bulunmayacak. Kamil mü'min bulunmayacak.[1]

         Ne kadar bir acınacak hal, ne kadar bir müteessir olacak hal. Allah korusun ümmet-i Muhammedi, cümlemizi muhafaza buyursun.

         Onun dediği, anlatmak istediği mü'minlerin yolundan bizi ayırmasın Cenâb-ı Hak.

         Mü'min kim? Şimdi Cenâb-ı Hak Teâlâ hazretleri inşaallah bildirir, murad ederse O'nun bildirmesiyle inşaallah konuşturmasıyla konuşalım. Mü'min, mademki bulunmayacak.

Caminin içine giren adamlara şimdi bu hepsine ağır gelir. “Ahir zamanda bir vakit gelecek, camiler cemaatle dolu olacak içinde mü'min bulunmayacak.” İçinde belki diyen oluyor ki ben mü'min değilim de burda ne arıyorum, ben mü'min değilim de burda ne arıyorum?

         Mü'min başka, Müslüman başka.

Sana sorsalar Müslüman mısın?

Elhamdülillah Müslümanım demen lazım. Müslüman mısın Mü'min misin? Diyecekler. Hem mü'min, hem Müslümanım diyeceksin.

         Müslüman; ilk Allah'a inkârdan ayrılıp Allah'a ikrara geçer. Allah'ın birliğine, varlığına, Allah'ın peygamberlerine, kitabına diliyle ikrar, kalbiyle tasdik, mevcubince amel yapan kimseye ne denir buna şimdi? Bu Müslüman oldu, İslam oldu. Allah'a iman, imanla beraber Allah'ın Kur'an’ın ahkâmı emrine amel yapmaya başladı. Bu adama gâvur denmez, Müslüman oldu.

Fakat mü'min alametleri, mü'min sıfatları kendinde görünürse mü'min denilir. Mü'minin alameti mü'minin sıfatları kendinde görükmediği müddetçe Müslüman denir, mü'min ayrı, müslüman ayrı.

         Hem mü'minim, hem müslümanım diyeceksin amma müslüman olunca birden bire mü'min olunmuyor ki.

         Mü'minlerin derecelerini Cenâb-ı Hak Teâlâ hazretleri Kur'an-ı Kerim'de methediyor. Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem hazretleri hadis-i şeriflerle mü'minlerin alametlerini, mü'minlerin derecelerini vasıflarını methediyor.

خَيْرٌ سَاعَاتُ الْمُؤْمِنِ ح۪يْنَ يَذْكُرُ اللّٰهَ

“mü'minlerin kendilerin için en hayırlı saatleri zikrullah yaptıkları saattir.”[2] Mü'minlerin için en hayırlı kendilerin saatleri, zikrullah yaptıkları saattir.

Mü'minler demek ki Allah'ı zikredecekleri açığa çıkıyor. İkinci hadisi şerifte:

                مَنْ  كَثَرَ ذِكْرَ اللّٰهِ فَقَدْ بَرِئَ مِنَ النِّفَاقِ

         “her kim Allah'ı zikretmeyi çoğaltırsa o kimse münafıklıktan kurtulur beri olur”[3] diyor.

Haa! Demek ki zikrullahı çok yapmayanlarda mü'min-i kâmil olmak kabiliyeti olamıyor.

            مَنْ  كَثَرَ ذِكْرَ اللّٰهِ فَقَدْ بَرِئَ مِنَ النِّفَاقِ

         “her kim zikrullah yapmayı çoğaltırsa münafıklıktan kurtulur beri olur”[4] diyor.

         Demek ki İslam dinini kabul ettikten sonra münafıklık, fasıklık olma ihtimali, tehlikeleri var. Bu fasıklık, münafıklığın içinden çıkıp ne zaman Allah'ın, Resulünün dediği şekilde mü'min-i kâmil olursa o zaman ancak cennete mü'minler girer diyor.

        

 

MÜNAFIKLARIN ALAMETLERİ

Münafıkların alametinden konuşalım inşaallahu Teâlâ. Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem hazretleri buyuruyor ki;

                اٰيـَةُ الْمُنَافِقِ ثَلٰثَةٌ   

         “münafığın alameti üçtür” diyor. Birinci münafığın alameti;

            اِذٰا نَطَقَ كَذَبَ اِذٰا وَعَدَ خَلَفَ وَاِذٰءْ تُمِنَ خَانَ

         “münafıkların birinci alameti konuşurlar yalan konuşurlar, yalan söylerler. Sözlerinin arasına sakınmadan yalan karıştırırlar.

Mü'min-i kâmiller bir çocuğu bile yalandan kandırıpta aldatmazlar. Sana şunu vereyim, şu geldi, şu gitti diye çocuğunu bile yalanla kandırmazlar.

Münafıkların birinci alameti; yalan konuşurlar, sözlerinin arasına yalan karıştırırlar.

İkinci alametleri; bir şeye vaad ederler. Vaadlerinin üzerine vefa etmezler. Geri dönüverirler vaadlerini bozarlar. Üçüncü alameti münafıkların; yanlarına bir emanet bıraksan; para gibi, mal gibi, eşya gibi, namus gibi, hainlik yaparlar.”[5]

         Bu üç ayet-alamet her kimde mevcut, tamam münafıktır. Bu üçün ikisi yok birisi var, münafığın üç bağışından, üç bölüğünden bir tanesi mevcut o adamda.     

         Tekrar münafıkların alametine gelince yine Cenâb-ı Hak Teâlâ hazretleri Kur'an-ı Kerim'de münafıkların alametlerini haber veriyor. Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem hadis-i şeriflerle haber verdi. Cenâb-ı Hak Teâlâ hazretleri de münafıkların alametleri diyor, sayalıyor; yatsı namazına, sabah “namazlarına tembel olurlar.”[6] Çok vakit geçirirler, ihmal davranırlar, yatıverirler öyle kalırlar.

         Namaz kılıyor, peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellemin arkasında canım, malım feda olsun ya Resulallah diyen münafıklar vardı. Gece gündüz arkasında namaz kılanlar vardı.

         Münafıkların alametleri diyor, sabah ve yatsı namazlarına tembel olurlar, terk ederler. Bazı yatarlar, öyle kalırlar sığır gibi Allah muhafaza etsin.

         İkinci alametleri;

            مُذَبْذَب۪ينَ بَيْنَ ذٰلِكَ

         Münafıkların ikinci alametleri o ki; Kur'an-ı Kerim'de bu:

            مُذَبْذَب۪ينَ بَيْنَ ذٰلِكَ

         “tereddütlü olurlar.”[7] Ekseriyat zahirde mü'min tarafına geçerse mü'min olurlar, münafık, kâfir tarafına ekseriyet geçerse bakarsınki kâfirlerle birleşirler, tereddütlü olurlar. Müzebzeb, bir yönde sabit duramazlar. Hangi taraftan ekseriyet geçerse o tarafa kayarlar.

         Üçüncü münafıkların alameti;

            وَلاَ يَذْكُرُونَ اللّٰهَ إِلاَّ قَل۪يلاً

         “münafıklar Allah'ı hiç zikir etmez değiller إِلاَّ قَل۪يلاً  fakat az ederler.”[8] Cenâb-ı Hak diyor ki; münafıklar hiç zikir etmez değiller, fakat az ederler, çok etmezler. Peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem ne buyuruyor?

                مَنْ  كَثَرَ ذِكْرَ اللّٰهِ فَقَدْ بَرِئَ مِنَ النِّفَاقِ 

         Bak hadisle ayet bir birini nasıl karşılayıp tutuyor, tasdik ediyor.

            مَنْ  كَثَرَ ذِكْرَ اللّٰهِ فَقَدْ بَرِئَ مِنَ النِّفَاقِ  

         “her kim Allah'ı zikir etmeyi çoğaltırsa münafıklıktan kurtulur, beri olur.”[9]

         Şimdi bu hadislere karşı, bu ayet-i kerimelere karşı, ne lazım geldi bize? Müslümanlığı kabul ettik amma müslümanlığın içinden münafıklıktan, fasıklıktan kurtulmak için mü'min-i kâmil olmak için ne lazım geliyor bize?

         Birinci, anlattığımız ilerden beri devamlı zikrullaha çalışmak lazım geliyor değil mi? Her kim zikrullah yapmayı çoğaltırsa münafıklıktan kurtulur beri olur diyor peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem. Cenâb-ı Hak Teâlâ hazretleride vasıflarını saydıktan sonra Kur'an-ı Kerim'de yatsı, sabah namazlarına tembel olurlar, ihmal olurlar. 

            مُذَبْذَب۪ينَ بَيْنَ ذٰلِكَ 

         “kâfirlerle mü'minlerin arasında ekseriyet bakarsın ki bir o tarafa geçer bir bu tarafa geçer.”[10]Müzebzeb olurlar, tereddütlü, sabit duramazlar.

            وَلاَ يَذْكُرُونَ اللّٰهَ إِلاَّ قَل۪يلاً

         “münafıklar Allah'ı hiç zikir etmez değiller, illa az ederler”[11] diyor.      

         Birinci; şimdi münafıklıktan, fasıklıktan kurtulmak için zikrullaha devam. Yalnız tarikat ehline mahsus değil. Otururken, yatarken, abdesten sonra, abdestli abdestsiz gezdiğin, oturduğun yerde devamlı zikrullah, fikrullaha bağlanmak lazım geliyor, münafıklıktan, fasıklıktan kurtulmak için. Bunun ilacı, tedavisi bu diyor işte peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem.       

Füzulü, malayani olan yere çenemizin yayını gevşetmekten üşenmiyor. Sabahlara kadar kahkaha, şak şakı çalmada gözüne uyku bile gelmiyor. Üç sefer, beş sefer Allah, la ilahe ilallah demek nefse ağır geliyor, bırakıveriyor.

         Cenâb-ı Hakk'ta haber veriyor ki; münafıklar Allah'ı zikir etmez değiller illa az ederler, çok edemezler.

Şimdi burada zikrullahın ne kadar yüksek derece olduğu anlaşıldı. Peygamberimizin diğer hadisinde ne buyurdu?

                 خَيْرٌ سَاعَاتُ الْمُؤْمِنِ ح۪يْنَ يَذْكُرُ اللّٰهَ

         “mü'minlerin için en kıymetli hayırlı saatleri zikrullah esnasındaki bulundukları saattır.”[12]Mü'minlerin kendileri için en kıymetli, en muteber, cevahair gibi saatlari zikrullah ettikleri saat.

         Yarın yevm-i mahşer gününe geldikleri zaman, insanların orda bütün yapmış oldukları amel defterleri böyle meydana açıldığı zaman, günah ve sevap bütün böyle ayan açık meydana çıkıp kendi eliyle kitabını okuduğu zaman, dünyada Allah'ı zikretmediği saatler, zikrullahsız geçirdikleri saatler nadimlik, pişmanlık nedametlik saati olacak orda diyor peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellem.

         Ne yapmışımda ben o kıymetli zamanımı, sıhhatimi nefsani, şeytani, dünayavi havai yerlerine harç etmişim?

         Nadimlik, pişmanlık saatleri bulacaklar diyor, nedametlik saati olacak zikrullahsız saati.

         Bu kadar zikrullahta fazilet olduğu meydana çıkıyor.

         İkinciye gelelim şimdi. Mümin-i kâmil bulunmayacak denildiydi. Ahir zamanda camiler cemaatle dolu olacak içinde mü'min-i kâmil bulunmayacak demesi, hiç müslüman, mü'min yoktur demek değil. Az demek.

         Mü'minsen zayıf imanlısın zayıf. İmanın var ama zayıf. İmanın zayıfı, kuvvetlisi olur mu?

         Olur.

         Misalde hata olmaz; burdan bir su kanalı gidiyor eviyin kenarından misalde hata olmaz. Suyun kuvveti az, suyun kuvveti az miktarda, su hafif. Kuvveti az miktarda akan suyun içine her ne ki taş, tezzek yuvarlanıverse başka tarafa dönüverir su, değil mi?

         Hepiciğimizin bildiği hafif, az miktarda akan suyun önüne bir taş yuvarlansın bir tezzek, toprak yuvalayıversen aktığı yerden bu tarafa döner. Bu tarafa yuvarlasan o tarafa döner. Bunu o tarafa bu tarafa bu suyu sevk eden, dönderen nedir?

Zayıflığı, azlığı değil mi?

         Ne zaman bu arkadan akarı kuvvetleşir, coşar; böyle oluk halında kuvvetleştikçe içine düşen taşı toprağıda beraber alır gider.

         Ne oldu bu şimdi?

         Kuvvetlendi.

         Zayıf imanlı kimseler; iman var amma imanı zayıf, yakıyni zayıf, mü'min-i kâmil olamamış. Hangi taraftan nefsani, şeytani, şehvani bir hava rüzgârları esse o tarafa gidiverir zayıf olduğundan. Ufacık yonga gibi hangi taraftan bir rüzgâr esse bakarsın ki oraya gider.

         Bir fuhşiyet cemaatına girse, bidat ehl-i bid'at cemaatına girse onların rengine hemen boyanıverir zayıf olduğundan; onların gülmesi mi var, şakalaşması mı var, aynı kendide o renge boyanıverir.

         İmanı kuvetli mü'min; sabit köklü kaya gibi olur. Her rüzgâr kendini depretmez, bozamaz. Onla onun imanı bir değil.

         İman var ki çiğ ipliğe benzer, bir tek ipliğe. İman var ki kalın kendire benzer. İman var ki halata benzer.

         Zayıf imanlı çabuk kırılır, çabuk bozulur.

         Mü'min-i kâmillerin alametine gelelim. Cenâb-ı Hak Teâlâ hazretleri inşaallah habibinin hürmetine rızalı konuşup ve mahalinde erkânı ile tutmamızı nasip etsin. Mü'minlerin amelini, kemalini nasip etsin.

         Peygamberimiz buyuruyor ki sallallahu Teâlâ aleyhi vesellem hazretleri “ancak cennete mü'minler girer” diyor.

         Öteki müslüman amma mü'min-i kâmil olamamış. Kalbini, maneviyatını nefsin, şeytanın, dünyanın, mel'anet, pislik, mikrop, arzu hava tohumlarından kalbini selamete çıkaramamış. Böyle pislikle bir zatın huzuruna gidilmez. Nasıl cennete gider bu?

         Ne zaman içi ve dışı tertemiz kokuları pisliklerinden arınır, temizlenir yüksek makama öyle çıkar.

         Üstü başı pis olanı, lekeli olanı misalde hata olmaz çarşının belediye otobüs şöforü bile oturağa otutturmuyor. Otobüsün içine çıkan elbisesinde bir pislik leke gördümüydü oturma diyor ora. Pisleme orayı diyor.

         Bir otobüs şöforü otobüs oturağına pis adamı otutturmazsa, cennet pislik yeri mi kardaşım?

         Cennet temizlerin yeri; lekesiz, özürsüz, temiz insanların yeri. Ne anlaşılıyor? Demek ki anca mü'min mevsimine ulaşınca kalbini nefsani, şeytani, dünyavi mikrop temizlikleriyle selamete çıkıyor, ancak diyor mü'min-i kâmil girer cennete.

         Öteki de mü'min-i kâmil değil, İslam dinini kabul etmiş, lekeleri var kalbinde, kirleri var, pislikleri var. Can çekerken temizlenir, kabirde temizlenir az ise. Kabirde tükenmediyse mahşer sıkıntısında temizlenir. Pislik temizlenmedi daha mü'min-i kâmil olmadıysa, cehenneme girer orda ne kadar pislik, ne kadar günah pisliği varsa onun karşılığı kadar yanar Cenâb-ı Hakk'ın dilediği kadar temizlenir, mü'min-i kâmil olur cennete öyle girer. Böyledir.

         Amma burdayken o makama ulaşmadan dünyadayken temize ulaşırsa orda ki iskelede, kabir iskelesinde, mahşer iskelesinde o zahmetleri o şeyleri görmeden cennete gider.

         Misallari çok.

Hep burdakilar askerlik yapan adamların çoğu askerlik yapmış, misalle söylenirse iyi anlaşılır inşaallah.

         Askerlikte hep neferler kumandana bakarlar. Kumandan ortaya girer bir vazife çıkacak. Evvela der ki, hükmü geçer halbuki elinin altında ki neferlere hükmü geçer, kumandan, çünkü amir onların amiri. Cebri de yaptırabilir amma usul böyle olduğu için evvela der ki şu vazifeye gönüllü kalkan yok mu?

         Amirine cidden itaatli olanlar, amirine bağlı olup amirine sevilip sevilenler ilk sözde ayağa kalkar gönüllü deyince.

         Amirine itaatli olmayanlar, koğuşun köşesinde, ranzanın altında ora bura beni görmesin diye yönünü o tarafa bu tarafa çevirenler var. Bilakis gönüllü kalkana der ki sen dur bakalım. Madem sen fadai olaraktan gönüllü kalktın, sen otur geri yerine.

         Nerde o vazifeyi bana yaptırmasın diye saklananlar var ya, gel bakalım! Gel. Git bakalım. Bir de arkasından sumsuk (yumruk) vurur git bakalım oraya.

         Bunun gibi Cenâb-ı Hak Teâlâ hazretleri, insanoğullarının bütün yaratılışı,

        كُنْتُ كَنْزَا مَخْفِيًّا وَ اَنْ اُعْرَفَ فَأَحْبَبْتُ خَلَقْتُ الْخَلْقَ

         “ben bir gizli hazineydim istedim ki bilineyim beni hiç bir bilen tanıyan kimse yok gizli hazineydim. İstedim ki ben bilineyim, kendimden diyor bir sevgi zuhur etti bu halkı halk ettim.”[13] Kendi nurundan bizim peygamberimizin nurunu ayırttı. Peygamberimizin nurundan peygamberimizin ruhunu halketti. Peygamberimizin ruhundan bütün insanların ruhu peygamberimizin ruhundan halkolundu.

         Sana sorsalar senin ruhça baban kim?

         Peygamberimizin ruhu diyeceğiz. Ebe'l-Ervah, ruhlar babası demek.

         Cesette babamız Âdem aleyhisselam, Âdem babamız. Ruhta babamız Âdem aleyhisselamın bile ruhta babası peygamberimiz sallallahu aleyhi vesellemin ruhu. Bütün ruhların hepsi ondan halkolundu. Ebe'l-ervah, ruhlar babası demek.

         Cenâb-ı Hak peygambeler indiriyor, kendini tanıtmak için. Allah'ın ayatleri var, alametleri var; Ay'a bakacak, Güneş'e bakacak. Gündüz geliyor, gece gidiyor. Kendi cesatına bakacak, Ay'a, Güneş'e, yere, göğe bunların hepsine bakıp Allah'ın varlığına, birliğine bunlar ayet, delildir.

         Biz diyoruz ki yalnız ayet Kur'an-ı Kerim'i ayet zannediyoruz. Bütün Allah'ın varlıkları ayet.

         Ayet demek ne demek?

         Alamet.

            اٰيـَةُ الْمُنَافِقِ ثَلٰثَةٌ

         “münafıkın ayeti üç” diyor. Ayet demek, alamet demektir.

         Gökte bir alamet, Allah'ın varlığına isbat, Kur'an'da ayet, Allah'ın varlığına delil. Güneş, Ay, Yıldızlar, Yer, Gök, içindeki mahlûk bunun hepsi Allah'ın varlığına bir delil isbattır.

         Bu adam şimdi Allah'ı burda anlayıp peygamberlerin vasıtasıyla Kuran'la, ayetlerle, alametlerle Allah'ın varlığını, birliğini bulması lazım. Allah'ın varlığını, birliğini bulduğu gibi Cenâb-ı Hak Teâlâ hazretlerini şimdi vücut makinasıda onsekiz yaşına geldikten sonra

                 اِنَّا هَدَيْنَاهُ السَّب۪يلَ اِمَّا شَاكِرًا وَاِمَّا كَفُورًا

         Sür vücut makinanı bakalım şimdi sana karını zararını anlattık. Şeriat yolunu, tarikat yolunu, Hak yolunu, şeytan yolunu hepsini anlattık. 

            اِنَّا هَدَيْنَاهُ السَّب۪يلَ اِمَّا شَاكِرًا وَاِمَّا كَفُورًا

         “biz yardım ederiz. Nereye? Yola. Hangi yola? Şimdi sana kârını, zararını anlattık. Akıl idrak verdik, göz, kulak verdik. Tamamen noksansız güç, kuvvetin, anlayışın, dünyanı, kârını, zararını anladın. Sana peygamberler gönderildi, kitaplar gönderildi, evliyalar gönderildi Allah'ın varlığını bilmen, tanıman için. Gök yapılmış çatısız, civatasız, amıdsız duruyor. Güneş, Ay, Yıldız. Kendi vücudunda ki hareketlerine bak. Sür bakalım şimdi artı bundan sonra kârın zararın sana yazılacak. Not tutulmaya başlıyor on sekiz yaşında. Eğer küfür yoluna sürersen istemeyerekten yardım yaparım. Şükür yoluna vücut makinanı kullanır direksiyonunu sürersen rızam var, seve seve yardım ederim.”[14]

         Önde ki mevzumuzun başı şimdi demek istediğim gaye; burda diyor ki şimdi gönüllü olaraktan sizi ben âlem-i süfli olan bu dünyaya indirdim. Âlem-i süfli olan bu dünyaya indirdim. Bu dünyada imanla amel-i salih ederseniz kurtulursunuz.

         Fedai olaraktan burda içinizde var mı dünya muhabbetini, dünyanın zevk, sefa, şehvani arzularını benim için fedai olaraktan gönlünden terkedip atan var mı?

         Sonunda mecbur ben sizi gönüllü gönülsüz bunlardan gözünüzü yumup, vücut elbisenizi soyunup kefene sarılıp, gözünüz yumularaktan gidersiniz dünyadan.  

         Kalbinizdeki evlada, mala, mülke, nama, şöhrete bağlamış olduğunuz berçimlerden de söküleceksiniz. Eğer şimdi burdayken fedai olaraktan, gönüllü olaraktan siz dünya muhabbetini, dünya lezzetini, zevk sefahat hallarına meyletmeyip bunları fedai olaraktan terk eden var mı?

         Etmezseniz sonunda cebirle bunlardan ayrılacaksınız; gönlünüz olsada olmasada; ayal kocasından, koca ayalından, en sevgili evladından, malından, mülkünden ayrılacaksınız.

         Nereye ayrılacaksınız?

         Ayrılıp yöneleceğiniz yolu, ulaşacağınız mekânı düşünün burdayken düşünün?

         Birde yaratılış, geliş yolunuzu düşünün. Şimdi gücünüz, kuvvetiniz, sıhhatınız yerini buldu tamamen. Güç kuvvetiniz yerinde amma acaba siz sizi mi böyle yaptınız siz? Yoksa sizi böyle bir yapan mı var? Siz, benim diye bu kadar kibir, gurur, burnunuzu kaldırıp dünyaya sığmıyorsunuz amma sonunda iki taşın arasına sığacaksınız.

         Eğer kendi kendinize kendiliğinizden bir güç kuvvetiniz varsa niçin hasta oluyorsunuz? Niçin o mezar denilen çukura giriyorsunuz?

         Demek ki sizin elinizde bir kendiliğinizde bir selahiyyet yok. Benim idaremle, benim müsademle duruyorsunuz.

Böyle olan bir Allah'ın huzurundayız devamlı.  

         Cenâb-ı Hak Teâlâ hazretleri işte burda fedai olaraktan namazla, zikrullahla, mademki mü'min-i kâmil olmak alametlerinden başladıydık yine oraya mevzumuz gelsin.

         Mü'min kim diyeceğiz? Münafıklar söylendi değil mi? Münafıkların alametleri haber verildi. Şimdi mü'mine gelelim. Fasık kim? Mü'min kim? Kâfir kim?

         Kâfir, biliyorsunuz ki Allah'a, peygambere din diyaneti büsbütün inkâr edenler.

         Münafık kim?

         Münafık; yüzü Müslüman, seninle beraber camide namaz kılar. Seninle beraberde ibadet yapar, içi münafık, içi başka dışı başka. Issız yerlere geldimiydi yapılmayacak, tutulmayacak işlerin hepsini yapar. Kimse kendini görmeyecek, sırrı dışarı çıkmayacak her ne ki eline bir şey geçse para, namus, mal istediği gibi onu çekinmeden yapar. Yüzü bir çeşit özü bir çeşit, yalan söyler, emanete hainlik yapar. Vaad eder vaadinde durmaz işte münafığın alameti.

          Bu münafığın cezası nedir? Bu münafığın cezası, cehennemin en taban katı esfel-i safilindir.

       اِنَّ الْمُنَافِق۪ينَ فِى الدَّرْكِ الْاَسْفَلِ مِنَ النَّارِ   

         “Münafıkların karargâhı cehennemin taban katında daha kâfirlerden aşağı esfelisafilinde ebedi kalacaklar.”[15]

         Fasık kim?

         Fasık; la ilahe ilallah der, Muhammedün Resulullah der, namaz kılar, oruç tutar, haccada gider amma, burda ibadet yapar öte de nefis hayvanının zabtına kadir olamaz, ibadet yükünü kaldırır yere çarpar. Sinkefte yapar, bilmem ona benzer şeriatın nehy ettiğini Kur'an’ın ahkâmının içine de gelir dışınada çıkar. Bir yapar, bir bozuverir.

İmanı var, bu yaptığı cezaların karşılığı kadar cezasını çeker, temizlenir cennete gelir.

         Münafık, cennet kokusunu göremez. Kâfirlerden daha aşağı esfel-i safilinde onun karargâh yeri.

         Şimdi mevzumuzun başlanıgıcı mü'minlerdi.

         Mü'minler kim?

         Mümin; la ilahe illallah Muhammedün Resulullaha diliyle ikrar, kalbiyle de tasdik ederekten mevcübince amel yapar. Zahir elini, dilini, gözünü, kulağını, ayağını, şer'i şerifin Kur'ani ahkâmın nehy ettiği yerlerden şeriat bağı ile bağlar. Gözünü, dilini, malayaniye, gıybete çalıştırmaz. Sinkef yapmaz. Gözünü şehvet nazarı ile bir kimseye bakamaz. Çünkü kasıtlı şehvetle bir harama nazar edip bakmasından o kimsenin manaviyatına şeytanın zehirli maneviyatını helak edici bir zehirli okundan bir ok yemiş olur. Elini harama yapışmaz, yapışamaz, ayağı nehy olan yerlere gitmez. Dış kısmı şeriat bağı ile bağlandı.

         Dışından başka geldik kalbe.

Cenâb-ı Hak Teâlâ hazretleri ne buyuruyor?

         Ben sizin diyor dış kısvetinize dıştaki amelinize bakmam. İçteki kalbinizdeki niyetinize nazar ederim. Kalbinize nazar ederim.

         Mü'min-i kâmil, şimdi dış azalarını nehy olunan yerlerden bağladıktan sonra kalbini de; kalb, Allah'ın nazargahı olan mü'minin kalbi.

Allah'ın nazargahı olan ancak mü’minin kalbi. Allah'ın nazargahı olan bir kalb evine nefsani, şeytani, dünyavi havai arzu rüzgârlarının deliklerini kapatmış olan, kalbini nefsin, şeytanın, dünyanın havayı arzu fena tohumlarının arzularından selamete çıkaran kimseler. Kalbini nefsin, şeytanın, havayı pis mikrop arzularından selamete çıkaran kimseler, kalbi selim olmuş. İşte Cenâb-ı Hak o kalbe nazar eder.

         Ne diyor? Mü'minlerin alameti bak nasıl çıkıyor?

                مَا وَسَعَن۪ي أَرْض۪ي وَلٰٓا سَمٰٓائ۪ي وَلَا عَرْش۪ي وَلَا كُرْس۪ي اِلَّا قَلْبُ الْمُؤْمِنِ

         “bana yerlerim, göklerim, arş, kürs, levhi kalem, geniş gelmedi ille mü'min kulumun kalbi geniş geldi.”[16]

         Nasıl Allah'ın bu kadar hiç bir yere sığmayan mü'minin kalbine nasıl sığıyor? Diyeceğiz. Nasıl bu kalb buna tahammül ediyor? Pirimiz Abdulkadir Geylani kaddesallahu sırrahu efendimize Cenâb-ı Hak Teâla hazretleri Risale-i Ğavsiyesinde buyuruyor ki;

            نِعْمَ الْمَرْكُوبُ الْأَ كْوَانُ وَ نِعْمَ الرَّاكِبُ الْإِنْسَانُ

         “bu mükevvenat bu dünya ne güzel bir binek insanlar için; bir vapur misali dünyayı şöyle bir semaya çık, aşağı bir nazar et. Dünyanın yekününü göz önünde şöyle bir dürbünle bak. Bir vapur misali, suyu içinde, meyvaları içinde, Ay içinde, Güneş içinde. İnsanların yaşaması için Cenâb-ı Hak dünyayı kendilere ne güzel müsait binmeleri için vapur misali; dünya, ne güzel bir binek. İnsanlarda diyor ne güzel bir binici. Dünyayı kullanmayı biliyorlar; barajlar, fabrikalar, asfaltlar neler icad ediyorlar. Arkasından diyor ki; 

            نِعْمَ الْمَرْكُوبُ الْإِنْسَانُ

         “insanlarda ne güzel bir binek”

 

            وَ نِعْمَ الرَّاكِبُ أَنَا

         “bende diyor ne güzel biniciyim.”

         Ne derin manalar var.

            نِعْمَ الْمَرْكُوبُ الْإِنْسَانُ وَ نِعْمَ الرَّاكِبُ أَنَا

         “insanlarda benim için ne güzel binek, bende ne güzel biniciyim.” İnsan bundan anlamalı ki kendi Hakk'tan ayrı değil, Hak kendinden ayrı değil.

            وَنَحْنُ اَقْرَبُ اِلَيْهِ مِنْ حَبْلِ الْوَر۪يدِ

         “ben kulumun kendi içinde şah damarından daha yakınım”[17] diyor. Peygamberimiz buyuruyor ki;

                إِنَّ اللّٰهَ مَعَكُمْ أَيْنَ مَا كُنْتُمْ

         “O Allah sizinle beraberdir nerde olursanız.”[18]

         Bu kadar bize yakın Allah'a ne kadar çalışsan gece gündüz, ne kadar edepli dursak gene edebimizi bozuyoruz.

         Mü'minlerin alametindeydik; madem Cenâb-ı Hak Teâlâ hazretleri diyor ki, ben hiç bir yere sığmam illa mü'min kulumun kalbine sığarım. Peygamberimiz sallallahu Teâlâ aleyhi vesellem hazretleri buyuruyor ki;

                اَلْمُؤْمِنُ اَفْضَلُ مِنَ الْـكَعْبَةِ

         “mü'min-i kâmil Kâbe’den afdaldır.”[19] Kâbe, İbrahim Halilullahın yapısı, mü'min-i kâmilin kalbi Celilullahın yapısı, O'nun nazargahı.

         Mü'min-i kâmilin alametlerine gelelim tekrar. Kur'an-ı Kerim'de Cenâb-ı Hak Teâlâ hazretleri müsade ederse söyleyelim inşaallah.

                قَدْ اَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَۙ ﴿1﴾ اَلَّذ۪ينَ هُمْ ف۪ي صَلَاتِهِمْ خَاشِعُونَۙ ﴿2﴾ وَالَّذ۪ينَهُمْ عَنِ اللَّغْوِ مُعْرِضُونَۙ ﴿3﴾ وَالَّذ۪ينَهُمْ لِلزَّكٰوةِ فَاعِلُونَۙ ﴿4﴾ وَالَّذ۪ينَهُمْ لِفُرُوجِهِمْ حَافِظُونَۙ ﴿5﴾ اِلَّاعَلٰىٓ اَزْوَاجِهِمْ اَوْمَامَلَكَتْ اَيْمَانُهُمْ فَاِنَّهُمْ غَيْرُ مَلُوم۪ينَۚ ﴿6﴾ فَمَنِ ابْتَغٰى وَرَآءَ ذٰلِكَ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْعَادُونَۚ ﴿7﴾ وَالَّذ۪ينَهُمْ لِاَمَانَاتِهِمْ وَعَهْدِهِمْ رَاعُونَۙ ﴿8﴾ وَالَّذ۪ينَهُمْ عَلٰى صَلَوَاتِهِمْ يُحَافِظُونَۢ ﴿9﴾ اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْوَارِثُونَۙ ﴿10﴾

 

         Şimdi burada mü'min-i kâmillerin vasıflarını, alametlerini beyan etti Cenâb-ı Hak bize. Mü'min-i kâmil kimdir? Mü'min-i kâmilin vasfı, alameti nedir diyenler iyi dikkat etsinler. Mü'min-i kâmillerin vasıflarını, alametlerini beyan ediyor.

            قَدْ اَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَۙ

         “yemin ederim ki ancak mü'minler iflah oldu.”[20]

         Neden iflah oldu?

         Nefs-i emmare hastalığından. Nefs-i emmarenin, kibir hastalığı var, kibir, gurur hastalığı var, riyakârlık hastalığı var, hasedlik hastalığı var, şehvet hastalığı var, dünya sevgi hastalığı var, gazap hastalığı var, tamah hırs hastalığı var. Bunların hangi bir ahlak insanın kalbinde varsa maneviyatına hastalıktır. Mü'min-i kâmilliğe ulaşmamasına bir hastalıktır. Selamete çıkıp, bu hastalıklardan iflah olmuyor.

         Cenâb-ı Hak Teâlâ hazretleri “yemin ederim ki ancak muhakkak mü'minler iflah oldu.” Hem dışlarını Kur'ani ahkâmın şer'i şerif bağı ile bağladıktan sonra kalblerinide nefsani, şeytani, hasedlik, kibirlik, gururluk taraflarından gelen hava arzu kapılarını kapayıp, benim sevgimden, benim korkumdan, fikrimden başka kalblerinde bir şey kalmayan mü'minler, bunlar iflah oldu. Nefs-i emmare hastalığından kurtuldular; hasedlik gitti, müfsitlik gitti, münafıklık gitti, tamahkârlık gitti, riyakârlık gitti, şehvani arzular terk olundu, Allah'ın aşkı kalbinde berk oldu. Allah'tan başka güvenci, dayancı kalbinde istinatgâh edecek bir kimse kalmadı.

         İşte kalbi, selim olan mü'minin kalbine yemin ediyor.

            قَدْ اَفْلَحَ الْمُؤْمِنُونَۙ

         Bu hale, bu kalbe geçen kimseler kurtuldular. Emmare hastalığından iflah oldular.

         Ya Rabbi, sen diyorsun ki mü'minler kurtulup iflah oldular. Bunların mü'minlerin daha alametleri nedir ya Rabbi?

اَلَّذ۪ينَ هُمْ ف۪ي صَلَاتِهِمْ خَاشِعُونَۙ

“o mü’minler ki namazlarını huşu ile kılarlar.”[21] Dışarıyla ilgiyi kesip bedenini Allah’ın huzuruna getirdiği gibi kalbini de Allah’tan gayri yerlerden toplayıp Allah’a yakînen huşû ve saygı ile eğilirler demektir.

                وَالَّذ۪ينَهُمْ عَنِ اللَّغْوِ مُعْرِضُونَۙ

         “o mü'min kullarım, lisanlarını lağvı luvbe oyun oyuncakla zamanlarını geçirmezler.”[22] Lisanlarını gıybetle maleyani ile zamanlarını geçirmezler.

                وَالَّذ۪ينَهُمْ لِلزَّكٰوةِ فَاعِلُونَۙ

         “zekâta tabi olanlar esirgemeden Rabbılarının için zekâtlarını tamamen verirler.” [23]

             وَالَّذ۪ينَهُمْ لِفُرُوجِهِمْ حَافِظُونَۙ  

         “o mü'min kulların yine alametleri vasıfları ki; kadın ve erkek Allah korkusundan “namuslarına ferçlerine sahipkar olurlar. Hakkıyla namuslarını edeplerini muhafaza ederler.”[24]

                وَالَّذ۪ينَهُمْ لِفُرُوجِهِمْ حَافِظُونَۙ

         Ne kadarda üzerine erkek ve kadından musallat olsalar, mü'min kullarım Allah korkusundan kalbleri mutmain olduğu için namuslarını, ferçlerini hakkıyla muhafaza ederler. İşte Yusuf aleyhisselamın muhafaza ettiği gibi.

         Mısır kadınları Zeliha ile beraber bir oldular. Yusuf aleyhisselama dediler ya Yusuf, sen niçin Zeliha'nın sözünü kabul etmiyorsun? Sen Zeliha'nın sözünü kabul etsen neyin zay oluyor? Ne zararın var? Dediler. Eğer bunun dediği sözü kabul etmezsen seni zindana attırırız dediler.

         Beş kadınla Zeliha, Yusuf aleyhisselamı sıkıştırdılar.

         Yusuf aleyhisselam, Allah'a mü'min olup, Allah'ım beni görüyor, halimi biliyor, bu mecaraları görüyor, şimdi huzurda konuştuğumu duyuyor. Kalbi böyle mutmain olduğu için “sizin sözünüzü kabul etmeden bana zindanda yatmak daha yekdir (daha iyidir)” dedi.      

         Nitekim zindanda yattı işte.

         Onun gibi kalbini mü'min mevsimine ulaştıran, Allah'a yakîn hâsıl eden kimseler çok korkarlar kardaşım. Kadın ve erkek bakar ki, şeytanın yol bulacak yolları var; bir ıssız yola bir kadın bir erkek gitmek şeriatımız nehy ediyor. İsterse ikiside evliya olsa şeytan azdırır. Bir kadın bir erkek bir odaya ıssız bir odaya girip oturması caiz değil.

         Şeriatımız bunları bize yol göstermiş. Bu şeytanın yollarını gelecek yollarını kapatın ki muhafaza olun, ya kadın çıkması lazım ya erkek çıkması lazım. Yalınız, kendi helalıyla olabilir. Birde anası, bacısı, onların kendisine nikâhı düşmüyor. Nikâh düşen bir kadın isterse tarikat bacısı olsun yalınız kalmak caiz değil. Bir ananın memesinden yapışanlar bacı kardaş olur.

         Tarikat yolunda bacı kardaşlık var, fakat şeriat yoluna gelince böyle şeriat takip olunması lazım.

         Üçüncü alametleri neydi?

       وَالَّذ۪ينَهُمْ لِفُرُوجِهِمْ حَافِظُونَۙ   

         “o mümin kullarımın vasıfları alametleri o ki; Allah'a kalblerini kandırmışlar, inandırmışlar, mutmain olmuşlar. Az bu dünyada bir nefsin havayı arzusuna bütün vücuttaki aksam, iskeletlerini nefsin yolunda sonuna kadar azap içinde korktuklarından, Allah'tan korktuklarından çekinirler, kaçarlar. Namuslarını muhafaza ederler.  

            وَالَّذ۪ينَهُمْ لِفُرُوجِهِمْ حَافِظُونَۙ اِلَّا

         Fakat neden esirgemezler? Bak nasıl açıklıyor.

                 اِلَّاعَلٰىٓ اَزْوَاجِهِمْ اَوْمَامَلَكَتْ اَيْمَانُهُمْ

         “fakat kendilerine Cenâb-ı Hakk'ın helal yönden helal kıldığı kadınlarından esirgemezler.”

        اَوْمَامَلَكَتْ اَيْمَانُهُمْ

         “cariyelerinden de esirgemezler”

            فَاِنَّهُمْ غَيْرُ مَلُوم۪ينَۚ 

         “muhakkak bu helal yönden dolayı kimsede bunları kınayamaz.”[25] Levm edilmez bunlar bundan dolayı.

             فَمَنِ ابْتَغٰى وَرَآءَ ذٰلِكَ فَاُو۬لٰٓئِكَ هُمُ لْعَادُونَۚ

         İşte bu vasıflar kendilerine böyle Cenâb-ı Hak kadınları kocalarına nimet-i ilahi, kocalarını karılarına nimet, ihsan, helal yönden bu kadar helal nimet olaraktan müsade edildiği halde bu kadar kendilerine helal nimeti kabul etmeyip nefsinin, şeytanın hırsını yenemeyip bunun haricine sapanlar, Allah'ın düşmanıdır”[26] diyor. Arkasından;

                وَالَّذ۪ينَهُمْ لِاَمَانَاتِهِمْ وَعَهْدِهِمْ رَاعُونَۙ

         “o mü'min kullarımın beşinci alameti; yanlarına bir emanet bıraksan; bir sırda emanet; kardaşım, şu sırrımı sana veriyorum, bu sırrımı kimseye açma. Buda bir emanettir. Para gibi, eşya gibi, namus gibi, her ne ki onun yanına bırakıldı, mü'minler buna hainlik yapmazlar. Emanete hainlik yapmazlar. Bir şeyede ahd ederlerse; vaad ettiler, ikrar ettiler, vaadlerinde vefa ederler, sözlerinin üzerine vefa ederler, dururlar, sözlerini bozmazlar.”[27]

                وَالَّذ۪ينَهُمْ عَلٰى صَلَوَاتِهِمْ يُحَافِظُونَۢ 

          mü'minlerin alameti, namazlarını hakkıyla ölünceye kadar bırakmazlar. Namazlarını vaktinde eda ederler. Namazlarını muhafaza eder, zay etmezler vaktinde huşu ve edeb ile eda ederler.[28]

                اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْوَارِثُونَۙ

         “işte bilmiş olun ki buraya kadar sayılan vasıflar, bu sayılan alametler her kimde mevcut ise bunlar mü'mindir,cennet-i âlânın verescisi (merescisi) de bunlardır.”[29] Bunlar cennet-i alanın verescisidir.

            اُو۬لٰٓئِكَ هُمُ الْوَارِثُونَۙ 

         “bilmiş olunki cennet-i alanın verescisi bunlardır.”[30]

         Şimdi mü'min-i kâmilin kim olduğu anlatabildiğimiz kadar anlaşıldı değil mi?

         Münafık kim? Kâfir kim? Fasık kim? Mü'min kim?

         Mü'min-i kâmil; kalbi mutmain olmuş. Mesela tamamen Allah'ın varlığına, birliğine kalbi mutmain olmuş.

                اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُۜ  

         “bilmiş olun ki kalbleriniz ancak Allah'ın zikriyle mutmain olur,”[31] mü'min olur.

            اَلَا بِذِكْرِ اللّٰهِ تَطْمَئِنُّ الْقُلُوبُۜ 

         Yine geldik zikrullah ile namaza.  Her kim zikrullaha, namazı birlikte edep erkân ile devam ederse kalbi mutmain olur, mü'min olur o kimse.

         Allah'ı cesed gözüyle göremez, alametlerini görür.

         Nasıl?

         Deseler ki, şu karşıki dağın tepesinde bir ataş yanıyor. Herkes bakar, koşarlar. Adamın birisi bakarken bakarken bakarken oraya kafasını verip bakarken bakarken bakar ki ataş görükmüyor amma ataşın kelep kelep dumanları çıkıyor. O zaman derki, tamam der. Ben ataşı görmedim amma dumanını gördüm.

         Aynı bunun gibi bu dünya âleminde de bu cesed gözüyle Cenâb-ı Hakk'ı görmenin imkânı yok.

         Misali şuna benzer. Mesela, en kısadan Adana daha yakın bize. Adana'da basma fabrikaları var değil mi? Elbiseler, kumaşlar orada da hep basmalar çıkıyor.

         Şimdi desek ki biz, bu fabrika yok. Bunu yapıp çatan ustada yok. Biz ustayı görmeyince, fabrikayı görmeyince bu basmaları da fabrikanın içinde yapan ustayı da görmeyince biz buna inanmak diyeceksin değil mi?

Ustayı göremiyorsun fabrikayı da göremiyorsan her ayda, her haftada, her gün fabrikanın içinden dışarıya, piyasaya satılan malı görmüyon mu sen mağzalarda? Markası da beraber vurulmuş hangi markadan çıktığı. Fabrikanın içindeki ustayı görmeye ne hacetin kaldı senin? Ustanın çıkarttığı icadını gördün sen. Usta olmasa onlar meydana gelmezdi.

         Bunun gibi, Cenâb-ı Hak Teâlâ hazretlerini gözümüzle göremiyoruz amma her ayda, her senede, her haftalarda, her mevsimlerde, ağaçlardan, çiçeklerden, otlardan her birinin rengi bir çeşit, her birinin boyası bir çeşit, her birinin lezzeti bir çeşit. Hepsinin asliyeti görünüşte toprağın içinde. Renk ayrı, lezzet ayrı, her birinin ayrı ayrı bir halı var, kuşların her birinin sedası ayrı. Hiç meydanda yok iken doğuşlar oluyor.

         Allah'ı görmüyorsan da her gün, her ayda piyasaya çıkarttığı icatlarını görmüyon mu? Bir varlık, halk eden Halık olmasa bu mahlûk meydana gelir mi?         

         Burasını daha anlamak için inşaallah Cenâb-ı Hak Teâlâ hazretleri lazım olanı anlatsın. Cenâb-ı Hak Rabbımız, bu cemaati, bütün ehl-i imanı mü'min etsin, kalbimizi mutmain etsin ki Allah'ın var, bir olduğuna tereddüt kalbimizden gitsin.       

         O mü'minler öyle iman eder ki, vallahi billahi aha şimdi şu cemaatte bizi böyle görüp böyle konuştuğumuzu duyuyor böyle bu anda şimdi.

         Böyle bilmek lazım işte hem bizi görüyor, hem bizi konuşturup hem kalbe doğduruyor böyle meydanda.

         Mezheb sahibimiz İmam Malik hazretleri mezhebimizi kuran birisi odur.

         Bu tabiatçılar, tabeunlar bir heyet halinde toplanmışlar, buda dinin veresçisi dinin tamircisi yapıcısı olan bir mezheb sahibimizin yanına gelecekler, bahse girecekler Allah var yoktur diye.

         Onlar Allah yoktur diyor.

Neymiş? İnsan diyor kendisi ot gibi biter, geride kurur gider.

         Gelmişler, herşeyi tabiata bağlarlar. Kendi halıyla mevsim teşkilatıyla Ay, Güneş, Toprak, Su, Yel bunlarla meydana geliyor, tabiat ana da derler.

         Anasır-ı erbaa, dört şeye kafalarını takarlar. Anasır-ı erbaa dörttür; Toprak, Su, Güneş, Rüzgâr bunlarınla yetişiyor mahsuller.

         Güneş hayat veriyor. Güneş görmese meyva yetişmez. Güneş hayat veriyor. Rivayette dördüncü katta olduğunu söylüyor güneşin. Her göğün arasında beşyüz yıllık yol, kalınlıkları beşyüz yılık yol. Bu kadar mesafeden yeryüzüne iniyor, camında arkasından bu tarafa ziya veriyor, hayat veriyor.

Bu neyin sırrı, neyin kuvveti bu? Hayat veriyor, yaşatıyor. İşte anasır-ı erbaa; güneş, rüzgâr hava veriyor, toprak kızdırıyor, su semertiyor, yetiştiriyor.

         Şimdiki bu konuşmuş olduklarımız hep imanımızın, itikadımızın kuvvetleşmesi için.

         İmam Malik hazretlerinin yanına geliyorlar tabiatçılar, herşeyi tabiata bağlayanlar. Bir heyet halında gelmişler. Oturduktan sonra haber yollamışlar ki gelsin kendiyle konuşacağız diye.

         İmam Malik hazretleri de mahsus eğleşmiş, gelmemiş yanlarına. Epey bir vakit geçtikten sonra geliyor.

         Demişler, “biz geleli çok zaman oldu, haber de gönderdik. Niçin bizi bu kadar geciktirdin?

         İmtihan bahse geldiler. Niçin bizi bu kadar beklettin?

         Diyor ki, haberiniz geldi. Yanınıza gelmek için kalktım gelirken önüme diyor bir deniz geldi. Geniş bir su, geçmenin imkânı yok. Suyun başında diyor bekledim durdum, acaba nasıl ederde bu suyu geçerim diye bekleyip durur, düşünürken diyor baktım ki bir tahta geldi suyun içinde kendi kendine durdu diyor. Bir baktım ki bir tahta daha geldi beriki tahtaya kendi kendine yapışıverdi diyor. Bir tahta, bir bir daha, bir bir daha derken baktım ki diyor ustasız, sanaatsız kendi kendine bir kayık yapıldı, içine bindim geldim yanınıza diyor. Eğleştiğim bunun içindir.”

         Tabiaatçıların en ilerde ki gelen itiraz inkârcıları diyor ki, kalkın gidelim diyor öteki arkadaşlarına. İş bizi bastırdı, kalkın gidelim diyor.

         Onlar demişler ki, yahu biz bahse geldik daha konuşacağız nereye gidiyoruz?

         Suyu diyor gözden kesti. Bizim iddamız şimdi diyor herşeyi tabiaata bağlıyoruz.

Biz şimdi buna desekki, yahu, insan bir söz söylemeliki mantık kabul etsin. Biz buna desekki, hiç bir denizin üstünde bir tahta kendi kendine gelir, bir tahta bir bir daha bir daha bir ustasız, zanaatsız kendi kendine bir kayık yapılır mı? Hiç bunun imkânı var mı? Desek, bu zaten hazırlamış; mademki sizin iddianız bu varlık, her şey kendi halıyla kendi kendine oluyor diyorsunuz. Öyleyse bir denizin üstünde bir küçük kayık zanaatkârsız, ustasız kendi kendine olmanın imkânı yoksa bu yer, gök, bu varlık bunun içindeki bütün varlık kendi kendine olmanın imkânı var mı? Diyecek.

Nasıl ki o denizin üstündeki bir kayığı, bir vapuru yapan bir usta var, bir zanaatkâr var, onun elinden çıkmış ise bu görünen varlıkta bir büyük müdebbir zanaatkâr Allah'ın elinden çıkmış değil mi? Diyecek. Sözü baştan kesti diyor.

Bunu konuşmaktaki maksat, Allah'a iman, itikad sağlam olmak gerekiyor.

İşte mümin-i kâmiller o imana ulaştığı gibi esrar sırra geçiyor. Kendi vücut âlemini, Allah'ın nazargahı olan kalb âlemini evvela nefs-i emmareden nefs-i levvameye, levvameden mülhimeye, mülhimeden mutmainneye kadar nefsiyle, şeytanıyla Allah'a imanla, amel-i salihe devam ederekten, Allah korkusundan, şüphelilerden sakınaraktan, çalışı çalışı çalışı riyazet mücadele zikrullaha devamla, Allah’ın inayeti, kendinin sa'ı gayreti, birde Allah için teslim olduğu Allah'ın bir veli kulu, onun himmetiyle kalbini temize çıkarıp kalbi mutmain oluyor.

İşte öylesi olan bir kalb, Cenâb-ı Hakk’ın nazargahı oluyor temize çıktığı için. Mü’min-i kâmil. İşte öyle olan bir kalb beytullahtan efdaldır. Öyle olan bir kalb benim nazargahım, benim bineğim. Daha doğrusu bunlar çok derine gidiyor, insan Allah'ın zikrinin hamili oluyor.

نِعْمَ الْمَرْكُوبُ الْإِنْسَانِ وَ نِعْمَ الرَّاكِبُ أَنَا

“İnsanlar ne güzel benim için bir binek, bende ne güzel kendilerine bir biniciyim insanlara[32] diyor.

Buna göre insan tartıp çekmeli kardeşim kendini.

Eğer hâşâ O Allah olmasa, insan kendi kendine olan bir iş olsa, kendi kendini ihtiyar yapmaması lazım yahu, kadın ayrı olmaması lazım, erkek ayrı olmaması lazım.

Şu kendi vücuduna bak; hiç bir şeyden ibret almıyorsan şu parmaklarıyın enini düşün! Şu parmaklarıyın eninin biri yerinde olmasa, bir vazife yapamıyorsun; silah kullanamıyorsun, kendir çekemiyorsun, ata binemiyorsun.

Ne kadar müsait dizlerin, endamların, ahsen-i takvim üzerine ben halkettim insanı diyor. Ne kadar güzel halk ettim ki her şeye müsait.

Kendi kendine olan bir iş mi bu?

 

Cümle eşya Halık’ındır abd eliyle işlenir.

Emr-i Bari olmadan sanki bir çöp mü deprenir?

 

Hak kulundan intikam almak isterse yine kul eliyle alır.

Ledününü bilmeyen anı kul etti sanır.

 

Cümle eşyadan zuhur eden kemal

Hep senindir ey Hüda-i zü’l-Celal   

             

 Yunus Emre hazretleri diyor ki:

 

Bir çiğ deriye büründüm

Yunus oldum göründüm.

 

Dıştaki çiğ deriyle iskeletime bakıyorsunuz. İçim böyle değil, içimde başka bir adım var, içimde başka bir tadım var. Mekânım bura değil, buraya imtihan yerine geldim.

اَلدُّنْيَا مَذْرَعَةُ الْآخِرَةِ

Bu dünya diyor, Peygamberimiz sallallahu Teâlâ aleyhi vesellem hazretleri, ahretinizin kazanç yeri bu dünya, çiftlik ahretinizin çiftliğidir.”[33]

Bu dünyada ebedi kalacak değilsiniz. Peygamberimiz sallallahu Teâlâ aleyhi vesellem hazretleri buyuruyor ki; insan bu dünyada iki şey üzerine yaşaması lazım. Birisi diyor, insan kendi kendini bu dünyada bir uzak yolcu gibi diyor tutması bilmesi lazım. Bir uzak sefer yola gidici bir adam nasıl kaygısız yatamaz, nasıl uzun bir sefer yolculuğu var; hangi saatte, hangi günde geleceği kendine tebliğ olunup bilinmemiş. İnsan bu dünyada kendisini diyor çok uzak bir ıssız, korkunç sefere yola çıkan adam gibi kendini tutup bilmesi lazım.

Korkunç, uzak bir sefere çıkacak adam, kendine bilinmiş fakat günü saati belli değil. Bu adam devamlı tedarik üzerine olması lazım gelir. Bir günü bildirilmemiş. Bakarsın ki, en gaflette kaygısız yattığın zaman sevk memuru gelir. Abdestsiz, namazsız gaflete düştüğün zamanda belki gelir.

Madem bu yolculuk kati olarak garanti gelecek devamlı hazır olsunlar diye Cenâb-ı Hak günümüzü, saatimizi, dakikamızı bildirmiyor ki, devamlı tedarik, tedbirlerini bırakmasınlar.

Günü, vakti belli olsa o güne kadar gaflete düşerler.

Devamlı ayık, devamlı ahret ölüm yolculuk tedariğini bırakmasınlar.

İkinci; yaşayan adam nasıl yaşaması lazım?

Kendi doğuş ana memleketinden ayrılmış, uzak bir diyar gurbete düşmüş. Memleketinden, dostundan, ahbabından ayrılmış, uzak bir diyar garip memlekette yaşayan adam ne durumda yaşar o adam?

Herkes güler oynar, o gülüp oynayamaz. Herkes şaka yapar, o şaka yapamaz. Daima vatan arzusu, memleket arzusu, ataşı içinden çıkmaz. Dostu, ahbabın hayali, şekli gönlünden gitmez.

Ne zaman vücut âleminde, bu dünya âlemine garip olaraktan indik geldik.

 

Nerden gelir yolun senin?

Ya nereye varır menzilin senin?

Nerden gelip nereye gittiğini

Anlamayanlar hayvan imiş.

 

Nerden gelir yolun senin?

Geldiğin yolu düşün! Peygamberimizin nurundan Peygamberimizin ruhu, Peygamberimizin ruhundan ruhumuz.

Ana karnında bir damla meni olaraktan bu yoldan, bu kanaldan dünya âlemine geldik. Geliş yolumuz Hakk'tan ayrıldık geldik.

İnsan olan o ki; memleketini, dostunu, sevgilisini unutmayıp, gene geri buradan memleketine kavuşsun.

Bu âlem-i süfliyette nefsin, şeytanın havayı arzusuna uymaktan sakınıp, Allah’a imanla amel-i salih edip, kalbini temize çıkarıp geliş yolundan gene geri yükselip Hakk’a kavuşmak. Asıl insan işte odur, mü'min-i kâmiller.

Allah bizleri onlarla biliştirsin, onlarla kavuştursun, onların inancına itikadına bu cemaatimizi, bütün evlat ezvaclarımızı, bütün ehl-i imanı sahip olanlardan etsin Cenâb-ı Hak ki, kalbimiz mutmain olsun.

 

İman Üç Kısımdır

İman üç kısım diyor: İman-ı taklidi, iman-ı istidlali, iman-ı hakiki.

İman-ı taklidi olan; ana babasının ağzından duymuş, işitmiş, yatıp kalkıyor amma kalbi mutmain olmamış. Bunun imanı zayıf.

Peygamberimizin işte mü’min-i kâmil bulunmayacak dediği zayıf imanlı, iman varda zayıf imanlı.

İkinci, iman-ı istidlali o ki; ana babadan öğrendikten sonra namazını, abdestini Allah'ın peygamberin ismini öğrendikten sonra daha yakîynen, kalbini kandırıp tasdike geçmek için Allah yolunda kendinden daha bilginlere, kendinden daha yakîyn Allah'a yakîn hâsıl edenlere sohbetlerine, ülfetlerine, cemaatlerine devam ede ede onlardan yakîyni kuvvetleşen kimseler. Onun imanı kuvvetli.

İman-ı hakiki de o ki; bizzat kendi vücudunda Allah'ın varlığını, birliğini ikrara geçip, tasdike geçen kimse.

Kendi evinde radyosunun düğmesini açıp, ibreyi istasyona getirip dünyanın her yerlerinden ajans dinleyen adam gibi; kendi kalbinde ilhâm-ı Rabbani, esrarı sırlara geçti miydi dünya âlem dese ki yahu radyoda yok, televizyonda yok, bunlar bir safsata iş. İnanmayın böyle bir şeye dese, güler; vallahi billahi hemen sen söyle. Ben kendi gözümle gördüm, kendi kulağımla da duydum der.

İşte mü’min olanlar kalbi mutmain oldu muydu, Allah'ı göremez amma Allah'ın esrar ve sırlarını gördü müydü kalbi mutmain olur.

Ataşı göremez amma ataşın dumanını gördü.

Fabrikadan basma kumaş çıkaran ustayı görmedi ama fabrikanın içinde mağazalarda, piyasada satılan kumaşları gördü, ustanın elinden çıkanları gördü.

Kâfi gelmez mi artık? Kalbi mutmain oldu ki bir yapıcı var.

İşte böyle inanmak lazımdır.

Allah bizim tereddütsüz yakîynımızı dahada kuvvetleştirsin Cenâb-ı Hak Teâlâ hazretleri.

 

YAKîN

Bu hususta Peygamberimiz sallallahu Teâlâ aleyhi vesellem hazretleri buyuruyor ki;

اِنَّمَا اَتَخَوَّفُ عَلٰى اُمَّت۪ى ضَعْفَ الْيَق۪ينِ

“Ümmetimin üzerine yakînları zayıfa uğrar. Namazda kılar, ibadette yapar amma yakînları zayıfa uğrar, en fazla bundan korkarım”[34] diyor.

Yakîn nasıl zayıfa uğrar?

Şurada bir paşanın kapıcısı posta; devaml

<<< Önceki Kayıt - Sonraki Kayıt >>>