HACI MUSTAFA GÜNEŞ EFENDİ HAZRETLERİNİN SOHBETLERİ 34 (PİRİMİZİN KERAMETLERİNDEN) - (BAHRU'L-VEFA)

HACI MUSTAFA GÜNEŞ EFENDİ HAZRETLERİNİN SOHBETLERİ 34

34. Sohbet: PİRİMİZİN KERAMETLERİNDEN

Hacı Mustafa Güneş Efendi Hazretlerinin Sohbeti:

Pirimizin menakıbında okuduğum aklımda kaldığı kadar babası ölmüştü. Kendi yetişince anasından izin aldıki ben ilim öğrenmeye gideceğim, bana müsade et.

Anası dedi ki, madem Allah için ilim öğrenmeye gideceksin engellemeyim seni. Babandan kalma kırk altın vardı. Aba giyerdi, bizde giydik abayı; yünden dokurlar giyerlerdi.

Abanın şu koltuğun altına kırk altını berk edip oraya dikiyor anası. Yalınız sana vasiyetim olsunki yalan söyleme. Dürüst, doğru, çalış, yaşa. Anasıyla vedalaşıyor, Geylani köyünden Bağdat'a yürüyor.

         Bir günde daha anasının yanından ayrılmadan damın üstüne çıktı. Damın üstüne çıkınca geldi anasına haber verdi, ana dedi. Mekke'de Beytullahı gördüm dedi. Beytullahın avlusunda bütün hacılar tavaf ediyor.

         Oğlum kimseye söyleme bu sırrı dedi. Ordan çıktı evden, yolda gelirken bir çift, öküzlerle sürerlerdi motor filan yoktu. Baktı ki bir çiftçi orda durdurmuş, adamda yatmış istirahate geçmiş öküzlerde duruyor. Arkadan geldi, sabana yapıştı eline meses öküzlere dürtecek onu aldı öküze dürttü. Öküz bir iki adım gitti gitmedi, arkaya döndü, baktı şöyle, ya Abdulkadir, dedi sen bu vazife için halkolunmadın, sen bırak vazifene git dedi.

         Tek başına gelirken arkadan bir geniş kafile geldi, bezirgân. Onlarla beraber katıldı, azmettiler. Gelen bezirgân yolun bir kısık yerinde haramiler eşkiyalar oturmuşlar, kervanı silahla çevirdiler, eşyaları indirdiler ne kadar para, eşya varsa aldılar. Tek başına bu kaldı.     

         Senin neyin var, senin bir şeyin yok mu dediler.

         Var dedi.

         Neyin var dediler.

         Kırk altınım var dedi.

         Nerde hani dediler.

         Aha koltuğumun altında.

         Geldiler baktılar ki orda kırk tane altın dikili duruyor. Altını, kendisini ötekilerin eşyalarını asıl haramilerin büyüğü vardı. Harami başlarının yanına getirdiler.

         Yalnız dediler ki, biz bugün çok hayrete düştük. Bir taacub edecek bir iş ile karşılaştık. Hele bunları vurduk, eziyet yaptık, mallarını ellerinden aldık.

         Bu çocuğa dedikki, senin hiç bir şeyin yok mu?

         Kırk altınım var dedi.

         Nerde?

         Aha burda.

         Buna taacub ettik.

         Harami başları o haramilere dedi ki, siz buna eziyet yaptınız mı? 

         Yok dediler. Hiç bir eziyet yapmadık.

         Dedi ki, bunlar sana bir eziyet yapmadıkları halde sen helal olan bir paranı dedi niye yalan söylemedin, olduğu gibi söyledin?

         Dedi ben, evden Bağdat'a Allah için ilim tahsil etmeye çıktım. Anamda bana bu altınları verdi, vasiyet yaptı ki, oğlum, sakın yalan söyleme, yalan konuşma. Yalan ile iman bir arada durmaz. Vasiyet yaptı. Bende o yüzden söylemedim.

         Pirimizin o hali eşkıya, harami başına sırayet etti. Düşündü şöyle; ya Rabbi diyor bu çocuk daha yaşı genç. Ömründe hiç bir haram yimemiş. Kırk tane altını var, helal malına yalanda söylüyemiyor, Allah korkusundan. Peki, O Allah bizim Allah'ımız değil mi diye o harami başı derhal Cenâb-ı Hakk'ın hidayeti ile dönüyor.

         O aldığı malları herkese teslim ediyor, bunun altınını veriyor, bırakmıyor bunu. Sen madem ilim tahsil etmeye sebat ettin. İlk olaraktan bizi senden ayırma, sen bize mürşid ol. Sen bize ders ver. O harami başlarına ilk orda ders veriyor, kendi mübarek.

         Ondan sonra Bağdat'a gelip ilim tahsil etmeye başladıktan sonra çalışmaya başlıyor. İbadet, zikrullah, farz namazlardan sonra yevmiye gün bin rek'at nafile namaz kılardı, bin rek'at.

         Öyle azimli çalışmış ki bir gün ishal oldu. Karın ağrısı, abdestsizde duramıyor. Bir gecenin içinde yetmiş kere tuvalete çıktı, yetmişinde de abdest aldı.

         Sonra çocuk talebe yetiştirmeye başladı. Her sene üçyüz elli, dört yüz talebe yetiştirir. Onların fakir olanlarının masraflarını, kalemini, defterini kendi alır, parasıyla gidip alamıyacak çocukların elinden tutardı, gider ordan onların herşeylerini temin eder öyle getirirdi.

         Bir gün taa Rum'dan İstanbul tarafından bir zengin adam ismini duymuş. Bağdat'a kadar azmedip geliyor, ders alacak. Şehrin içine girdi, nerde bir yüksek konak var, otel var, mağazalar var. Soruyor kimin şeykhın, şeykhın, şeykhın.

         Bir at tarlasına geliyor kırk tane küheylan asil at.

         Bu kimin?

         Şeyhın.

         Bu kimin?

         Şeyhın.

         Adam diyor ki, bu adam dünyaya tapmış diyor. Bunda şeyhlık nerde gezer.

         Pişman nadim olup yüzünüde görmeden geri dönmeye niyet ediyor. Cenâb-ı Hak bir hastalık veriyor buna. Hastalık sebebiyle hemen bir doktora koşuyor, doktorda yahudi imiş. Bunun künyesine filana bakınca bakıyor ki taa Rum'dan gelmiş. Gelmesinin sebebini soruyor.

         Diyor ki, böyle böyle. Geldim, onuda görünce vazgeçtim, bütün dünyaya tapmış.

         Yahudi diyor ki, bunları bir deneme yapayım bakalım ben. 

         Diyor ki maddiyetin nasıl?

         Maddiyatım iyi.

         Senin bu hastalıktan diyor kurtulman için bir küheylan at lazım. Kesilecek, onun kanıyla miden, kalbin yıkanacak.

         Nerde bulunur bu at? Nerde bulunur diye arıyor.  

Hiç kimsede yok. Ancak şeyhta var diyorlar.

Gelip haber veriyorlar pirimize.

         Diyor ki, birini götürün, verin.

         Para?

         Para istemez diyor.

         O yahudi atı içeri saklıyor. Bu diyor çıkmadı, bu şöyle. Her bir bahanesiyle kırk tane atı her gitmede bedava getittiriyor buraya. Ondan sonra imana geliyor yahudi.

         Ona diyor ki pirimiz Abdulkadir Geylani Efendimiz: oğlum, sen uzak yerden beri geldin, mağzalara, servetlere baktın, bu adam dünyaya tapmış dedin. Bak o malın hepsi sizlerin gibilerin için. Bir senin için kırk tane küheylan atı verdim diyor. Yoksa ben ne yapacağım.

         Bir gün yine iki tane kişi geliyor tekkesine, intisap etmeye. Oturuyorlar tekkeye, bakıyorlar ki tekkedeki abdest ırbıkları kimi şarka dönmüş, kimi garbe, kimi aykırı uykuru devrilmişler.

         Bunda şeyhlık yok diyorlar. Eğer bunda hakkıyla bir şeyhlık olsa ırbığına varana kadar düzenli olması lazım.

         Onlarda geri ders almadan gitmeye niyetleniyor, içeride otururken kendi mübarek yukarıdan aşağıya geliyor. Bakıyor ki ırbıklar duruyor öyle. Irbıklara şöyle bir nazar edince ırbıklar takır tukur hepsi gelip kıbleye doğru duruyor.

         Allah himmetine layık etsin.

 

  PİRİMİZİN VEFATINDAN SONRA

ZİYARETİNE GELENLERE İNTİSAB VERMESİ

 

Mısır’da sadık, ihlaslı tüccar bir adam var idi. Pirimiz Şeyh Abdulkadir Geylani Efendimizin dergâhına tarikatına bağlı olan bir kimseler vasıtası ile bu tarikat yolunda sülûk ehli olup sülûkünün ikmal olunmasına kavuşamamış idi. Daha sonra nihayet Mısır’dan Bağdat’a azim edip, Bağdat’a sefer kılıp, Bağdat’a kavuştu. Ne kadar hayıf oldu ki o zaman da Pirimiz Şeyh Abdulkadir Geylani Efendimiz dünyadan ahirete vefat edip irtihal buyurmuş idiler.

Maksadı, arzusu Pirimizin ayağının tozuna yüz sürmek olan o kimse, bu şereften mahrum olduğu için nefsini helak ve intihar etmeyi murad edince o sırada evvela kabr-i şerif şahı evliyayı ziyaret etmek hususuna azimle gelip ziyareti tamam olunca, Pirimiz Şeyh Abdulkadir Geylani Efendimizin kabr-i şerifinde çok hüzün, keder, tazim ile merak, keder içinde mezarın başında durur iken, Pirimiz Şeyh Abdulkadir Geylani Efendimizin mezardan zahire çıkıp, zahir olup o zatın elini kendi eline alarak inabe ata buyurdular. Yani Allah için intisap edip tariki aliyesine intisap yaptırdı.

Mısır’dan o zat ile beraber üçyüz ziyaretçi onunla beraber müşerref olarak bunları da Seyyid Abdulkadir Geylani Efendimiz kuvve-i kudsiye-i vilayetleri ile Allahu Teâla Hazretlerine isal buyurdular. Yani o üçyüz kişi de ona intisapla onun izahı ile sülüklerini ikmal edip Cenab-ı Hak’ka kavuşmuşlar.

<<< Önceki Kayıt - Sonraki Kayıt >>>